Yol Kenarı

Yönetmen: Tayfun Pirselimoğlu
Yapım: Türkiye, Yunanistan, 2017
Oyuncular: Ercan Kesal, Tansu Biçer, Taner Birsel, Rıza Akın, Haydar Şişman, Nalan Kuruçim
Süre: 1 saat 59 dakika

Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz…

Yeraltından Notlar, F.M. Dostoyevski

Filmin ismi önemli ipuçları veriyor bize içeriği hakkında; yol alışılagelen hayattır, yol kenarı ise hayatın dışında kalma durumunu vurgular. Dostoyevski’nin “Yeraltından Notları”ndan pek çok iz taşır: İkizini kaybetmiş adam Dostoyevski’nin “Öteki”sine bir göndermedir adeta. Bütün bu göndermeler ve ipuçları düşünüldüğünde modern insanın kendi çevresine ördüğü soyut duvar ile yalnızlaşma ve yabancılaşma hali, korkuları, iç hezeyanları, ikilem ve çatışmalarının konunun odağında tutulduğunu görürüz. Bütünlüğünü kaybetme, bölünme, hayatın normal akışının sekteye uğraması, görecelik, korku, endişe, öfke, kuşku, merak unsurlarıyla iç içe işlenir. Dostoyevski, aklı merkeze alıp duygularından ve sezgilerinden uzaklaşan modern insanı, bilimin sert ve keskin duvarlarına çarpan, ölçen, biçen, sürekli hesap yapan, hakikatten uzaklaşmış olarak tasvir eder. “Beni, kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını ama çayımdam vazgeçmeyeceğimi haykırırdım. İşte ben böyle namussuz, alçak, bencil, tembelin biriyim.” der “Yeraltı Notları”nda. Filmdeki bir sahne de tam olarak bu pasaja götürür bizi. Nihilist karakterlere rastlarız burada da; hiçbir değere tutunmayan, hiçbir şeye değer vermeyen, hayatın anlamını kaybetmiş, kayıtsız, bu yüzden de çok kolay şiddet uygulayabilen, gayet soğukkanlılıkla, fütursuzca öldürebilen, eylemlerinin sorumluluğunun ve verdikleri zararın farkında olmayan. Her şeyi sadece akılla açıklamaya çalışan, sadece hazza ve refaha odaklanan modern insanın düştüğü boşluktur bu. Bu anlamda filmin felsefi olarak varoluşçu bir çizgide olduğu söylenebilir. Hayatın anlamını yitirme bir boşlukta olma hali olarak ortaya çıkıyor, bu da kayıtsızlık ve acımasızlığa yol açıyor. Bu boşlukta olma hali bütün değerleri yok ederek yozlaşma getiriyor. Bu karakterler ve mekanların tekinsizliği aracılığıyla da sistemin çarpıklığına, yöneticilerin saldırgan politikalarına vurgu yapılıyor aynı zamanda. Bu sistemin içinde yetişen çocukların da sağlıklı olması mümkün değil ve bu yöne evrilen dünyanın her geçen gün daha tekinsiz bir hale geldiği anlatılıyor. Yıkık dökük mekanlar, hortlayan ölüler, fantastik unsurlar filmin anlatım diline önemli bir katkı sağlıyor. Burada kasabaya musallat olan, herkesi tedirgin eden bir ses var. Gizemli sesi kasaba halkı bir türlü çözemez, filmin başında denizden çıkan, öldü sandıkları adam birden dirilir, kasabada çıkan yangınlara anlam veremezler ve tüm bunları kontrol edemezler. Bu anlamda da medeniyetin rasyonel aklıyla çözemeyeceği, başa çıkamayacağı bu ve benzeri unsurlar aracılığıyla her şeyi kontrol etmek isteyen, hesap kitap yapan egemen bakışa baş kaldıran bir özelliği de var filmin. Sistemin ötekileştirdiği, dışladığı ne varsa başına bela olur, bastırılmış olan ne varsa kapatıldığı yerden taşarak, büyüyerek geri gelir. Merak, korku ve şiddet iç içedir. Çeşitli semboller aracılığıyla eylemlerin ataların kanlı geçmişlerinin izlerini taşıdığına dair göndermeler yapılır. Böylece kimliğimizin bir parçası olan bazı arketiplere işaret edilir. Bunların köklerinin dürtüsel olarak şiddet öğeleri de içeren avcı atalarımıza kadar gittiğine vurgu yapılır. Coğrafya tercihinin Türkiye’nin doğusundan yana kullanılmasıyla da modern hayata başkaldırı vurgusu pekiştirilmiştir. Türkiye’nin doğusu, şehirleşmenin batı kadar yoğun olmadığı, hâlâ kırsalın, taşranın hüküm sürdüğü, moderniteyle daha çok derdi olan, daha geleneksel ve muhafazakâr bir bölge. Kasabanın açıklarında demir atmış bir de gemi var. Uğultu şeklindeki bu ses ve gemi kasabalıları çok tedirgin ediyor fakat kimse ne bu sesle ne de bu gemi ile ilgili bir şey yapmıyor. Gemiyi gözetlemeye ve dinlemeye alıyorlar sadece ve bekliyorlar. “Sur’a kimler için üfleniyor?” sorusuyla bu sesin yaklaşmakta olan kıyametin alameti olduğuna dair bir izlenime kapılıyoruz. O sırada kasabaya çalışmak için gelen yabancı, kasabanın kurtuluş umudu haline geliyor; onu mesih zannedip, kutsal bir güç atfederek bütün kurtuluş ümitlerini ona bağlıyorlar ve her şeyi tamamen ona teslim ediyorlar. İnancın ağır bastığı bir yer olması vurgusu da filmde önemli bir yer tutuyor. Bu yaklaşım aynı zamanda eyleme geçmeyen, edilgen, kaderine razı, kurtarıcı bekleyen bir toplum portresi de çiziyor. Filmin her anında, sistemdeki mevcut bakış açılarının bütünü görmekten nasıl uzak olduğuna, olayları değerlendirebilecek bir kavrayışa sahip olmadığına şahitlik ediyoruz.

Gerçeklerle tam bağdaşmayan, yüzeysel bazı genellemelerle yapılan daha dar kapsamdaki değerlendirmelere dayanan toplumsal düşünce tarzına vurgu yapan örneklere yer veriliyor; her şeyi dini referanslarla açıklamaya çalışan din görevlisinin (hadislerde bu konuda yapılan ikaza rağmen) namaz kılmayla güvenilir olmayı özdeşleştiren anlayışı gibi… Bir araya gelmezmiş gibi gözüken şeylerin bir araya getirilmesiyle de sistemin çarpıklıkları dile getiriliyor. Mesela burada dağdan inen yangınları çıkaran adamla, deniz kızının birlik olması böyle bir sahne.

Modern dünyanın düzeni sağlama araçlarına da bir vurgu var. İnsanları iyiye güzele yönlendirici kavram olarak sadece kanunları ve kuralları görür ve ön planda tutar modern dünya. Halbuki bunu sağlayan değerleri yaşatmak içsel bir durumdur. İnsanlar kuralları isterler ama bu kurallar kendisi dışındaki kimseler içindir. Filmde de kuralı koyan yöneticilerin bizzat kendilerinin koydukları kurallara uymadıklarına şahit oluruz: “Sigara İçilmez” tabelasının önünde sigara içmeleri gibi. Yangınları çıkaranın, bir itfaiyeci olduğunu öğreniriz. Böylece insanın/sistemin çelişkilerle ve çarpıklıklarla dolu yanları gözler önüne serilir ve yasaların işletilmesindeki eksikliğe dikkat çekilir. Kural koyucu kendini kuralların üzerinde görür hep, sorunları çözmekle görevli olanlar bizzat kendileri sorun çıkarır ve herhangi bir denetim ve yaptırım da uygulanmaz, uygulanamaz bu fiillere, bunları önleyici bir mekanizma işletilemez bir türlü.

Filmde hemşire bireysel anlamda iyileştirici ve insanın kendi özüyle bağ kurmasını sağlayan dişil değerleri, toplumsal anlamda ise adaleti, düzeni sağlayıcı yasaları, kuralları temsil etmektedir. Hemşirenin bireysel hikayedeki pozitif katkısına bakılarak içsel değişimin iyi olma halindeki olumlu etkisi, toplumsal rolünde ise ‘yangınları çıkaran adamın hemşirenin her yanını kaplaması’ vurgusu ile yasaların dışarıdan müdahalelere çok açık olması yönüyle düzeni sağlamadaki yetersizliği anlatılmaktadır. Değişim bireyseldir, içeriden gelir. Bu anlamda, anlatılmak istenen bir bakıma dışarıdan yasalar ve kurallarla sağlanmak istenen değişim ve düzen sağlama hevesinin yaptırım gücü ve yasa koyanın öznelliği sebebiyle değişimi sağlamada yetersizliğidir.

Filmdeki karakterler bir hikâyenin farklı unsurları gibi düşünülebildiği gibi tek bir insanın zihninin içi, iç dünyası ve kişiliğinin farklı unsurları gibi de düşünülebilir; yol kenarına düşmüş, hayattan yorulmuş bir kişinin iç dünyasındaki farklı kimlikleri ve bunların birbiriyle çatışma halleri. Bu bağlama örnek verecek olursak; bina, insanın zihninin farklı katmanları, hemşire, insanın içindeki iyileştirici sezgisel dişil değerler, kendi doğasının iyileştirici güçleri, süpürge, insanın zihninde yaptığı temizlikler, zehirli fikirlerin temizlenmesi ve buna bağlı olarak iyileşmesi, ormanın derinlerinden gelen adam, insanın ruhunun derinliklerindeki korkuları ve her şeyi yakan öfkesi, bu öfkeyle mücadele edip onu öldürmesi ve bunun sonucunda deniz kızının sağlığına kavuşması ile somutlanan ise insana iyi gelen doğasına ait yapıcı özelliklerinin ruhun öfkeden arındırıldığında sağlığa kavuşması hali gibi düşünülebilir. Farklı bir deyişle, bilinç akışı tekniğindeki gibi; binanın içinde kahramanın karşılaştığı ve diyalog halinde olduğu diğer kişiler zihninin farklı katmanlarındaki farklı kendi benleri, tüm diyaloglar kahramanın içsel diyalogları, diğer tüm etkileşimler de duyumları ve zihnindeki imgeler gibi değerlendirilebilir.

Bütün bu semboller üzerinden bireysel ve toplumsal olmak üzere iki farklı boyutta yürüyen iki hikâye işletilmiştir. Kurguda aynı olay örgüsü içinde sembollerin farklı anlamları kullanılarak hikayelerin zıt yönde işletilmesiyle yönetimi elinde bulunduranların iyi olma halinin toplumun ve sistemin iyi olma haline hizmet etmediği ve arada bir tezat olduğu vurgusu yapılmıştır. Örneğin, süpürge kavramıyla bireyin zehirli fikirlerden zihnini temizlemesi ile bir iyileşme vurgusu yapılırken toplumsal kurumlarda yapılan bir temizliğin ise gerilemeye ve çöküşe yol açacağı yorumlanabilir. Yani, bireysel olarak iyi olan toplumun genel iyiliğine hizmet etmeyebilir. Buradan da var olan sistemin işleyişinin bireysel görü ve eylemlerin sonucuna bağlı olması ve bu girişimlerin de her zaman bu eylem sahiplerinin iyiliğini öncelemesi sebebiyle toplumsal anlamda en iyinin hiçbir zaman sağlanamayacağı görüşü çıkarılabilir. Bu anlamda filmdeki olayların öznesi olan nihilist karakterlerin yarattığı saldırgan politikalar, bilinçsiz ve liyakatten uzak eylemlerle birleşince düzenin nasıl çöktüğünün anlatımı filmin geneline yayılmıştır. Bütün bunlara kasaba halkın seyirci kalması da eklenince çok hızlı bir dönüşüm gerçekleşir. Sur’un üflenmesi ve mahşerin dört atlısı olarak anılan savaş, kıtlık, salgın ve ölüme yapılan göndermelerle film boyunca bir açıdan kıyamet alameti olarak nitelenen bir dönüşüme tanıklık ederiz. Sistem kendi sonunu hazırlamaktadır. İnanç eksikliği, hiçbir şeye tutunamama, değerlerden yoksun olma, ne yapacağını bilememe, harekete geçememe, çaresizlik içinde çözüm olamayacak şeylere umut bağlama gibi faktörlerin bileşimi sistemde hızlı bir değişim ve çöküş yaratır. Bu kadar eylemsizliğin içinde dönüşüm çok hızlı gerçekleşmiş, kasabaya çaycı olarak gelen kişi, kasaba halkının ve yöneticilerinin sadece sırtındaki ize bakarak kendi inanç sistemlerinin kalıplarıyla ona kurtarıcı rolü atfetmeleriyle, birden kendini yönetim ve karar kademelerinde söz sahibi olarak bulmuştur. Filmin sonunda insanın kendi içindeki ve toplumdaki farklı güçler arasındaki mücadele, çatışma ve değişimin her zaman devam edeceğine dair izlenimler ediniriz. Bu bağlamda değişimi tetikleyen dinamiklerin her zaman olacağını, bastırılmış olanın şiddetlenerek geri geldiğini, hayatı sürekli ileriye taşımayabileceği hatta bu koşullarda geriye doğru sürüklediği, fakat her zaman zıtların çatışmasıyla kendine bir akış yaratacağını ileri süren diyalektik anlayışın izlerine rastlarız.

Yeliz TELLİ