The Lobster

Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Yapım: İrlanda, Birleşik Krallık, Yunanistan, Fransa, Hollanda Oyuncular: Colin Farrel, Rachel Weisz, Ben Whishaw, Olivia Colman, John C.Reilly, Ariane Labed, Lea Seydoux
Süre : 1 saat 58 dakika

Mutluluğa ve istikrara inanıyoruz…Huzurlu bir yaşam uğruna her şeyden ödün verilebilirdi. O günden beri kontrolü sürdürmekteyiz.

Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley

Film, eril zihniyet ve kapitalist sistem eleştirisidir. Filmin geçtiği coğrafyanın kapitalist sistemin beşiği, sanayileşmenin başladığı İngiltere olması bu anlamda önemlidir. Hikaye dört ana mekânda geçer. Büyük alışveriş merkezi ile sembolize edilen Şehir, bir toplama kampı havasındaki Otel, Orman ve “Bliss” adındaki Tekne. Filmde sadece dört karakter kendi özel isimleriyle anılırlar, diğerleri ya oda numaraları ya da özelliklerine göre tanımlarla adlandırılırlar. Özel isimleri olan karakterler David, John, Elisabeth ve Robert’tir.

David eşinden ayrılınca tek kaldığından ve sistem tek yaşamaya izin vermediğinden kendisine bir eş bulabilmek için bu otele nakledilir. Kırk beş gün içerisinde kendisine bir eş bulamazsa düzenin kurallarına göre hayvana dönüştürülmesi gerekir. Neyse ki sistem, “insanın seçimlerine saygı duyan yapısı” sayesinde, kişiye hangi hayvan olmak istediğine dair seçim hakkı tanır. David bir “ıstakoz”olmak istediğini söyler ve bunu şu sebeplere dayandırır; mavi kan taşıması, yüz yıl yaşayabilmesi ve ömrü boyunca doğurgan olması, yüzmeyi sevmesi ve iyi bir yüzücü olması. Bu sebepler aslında sistemin insanlara dayattığı değerlerin ve düşünce yapısının bir yansımasıdır. Mavi kan, İngilizlerin kendilerini tanımladıkları bir sıfattır. İngiliz soğukkanlılığını ve aristokrat yapısını ifade eder ve bununla da övünürler. Uzun yaşam, modern insanın hayalidir ve bu ideali teknoloji ve sistem pazarlar. Niteliğin yerini nicelik almıştır günümüzde. Herkes iyi ve kaliteli yaşamaktansa uzun yaşama peşindedir. Doğurganlık, kilisenin-dinin kadına ve kadının cinselliğine geleneksel ve ayrımcı bakış tarzının, katı ahlakçılığının, kadının geleneksel cinsiyet rolüne sıkıştırılmasının bir yansımasıdır.

Film kutsal kitaplarda geçen, mitolojiye atıf yapan alt hikayeler ve metaforlar bakımından oldukça zengindir. Bütün bunlar filmin akışına serpiştirilmiş ve aydınlanma tarihinin içinden geçerek, çok önemli bazı olaylara vurgu yapılarak, sanat, din, edebiyat ve toplumsal anlamda önemli bazı tarihi şahsiyet ve karakterlere göndermelerle bezenmiştir. İnanç düzleminde hikayelerde bahsedilenle gerçeğin bağdaşmadığı bir Hristiyanlık anlayışı, bireysel düzlemde evlilik kurumunun sorunlu yapısı, toplumsal düzlemde de kapitalist sistemin getirdiği insan doğasıyla bağdaşmayan bakış şu anda içinde yaşadığımız sistemi oluşturan ana unsurlar olarak ele alınır. Yeni dünyanın bireysellikten, kişisel özgürlükten ve farklılıklardan korkan, adalet ve eşitlikten kaçan, bencil, güç odaklı yapısı denetimi o kadar sertleştirmiştir ki umutsuzluk, kayıtsızlık, anlamsızlık hayatı insanca yaşanabilir bir yer olmaktan çıkarmıştır.

Sistemin yol açtığı pek çok felaket kurgunun odağına alınarak sistemdeki bozukluk anlatılır. Bizi bütün bu olayların içerisinden geçirerek sistemi bu hale getiren zihniyetin nelere yol açtığını hatırlatarak artık bir çözüm üretemeyeceğini ve tıkandığını ve insanın kendisini bu hale sokan bu sistemleri reddedip bir irade göstermesi ve sorumluluk alması gerektiğini ana kahraman David üzerinden göstermeye çalışır. David’in mimar kimliği aracılığıyla sistemin bu hale gelmesinde payı olmasına yapılan vurguyla insanın kendine zarar veren sistemlerin inşasındaki rolüne de işaret edilir. Bütün bunlar konusunda dikkatimizi çekebilmek için de irkiltici ve sarsıcı şiddet sahnelerinden çekinmez. O kadar şiddetin içine boğulmuştur ki yaşam, çıkmaza girmiştir artık sistem ve insanlığın geldiği durumu anlatabilmek için başka çare bulamaz anlaşılan yönetmen ve bunu sarsarak yapmayı tercih eder. Adeta der ki: Gerçek hayatta karşılaşıp görmezden geldiğiniz, yokmuş gibi yaptığınız saçma hayat ve şiddet işte budur, artık görmezden gelmeyin, sistemin sizi dönüştürdüğü haller, içine mahkûm ettiği hayatlar işte bunlar. İş işten geçmeden kendimize gelmemiz için şiddetli bir sarsıntıya ihtiyaç varmışçasına yapar bunu. Karakterlerine de hayatlarını dönüştürecek böyle epifani anları yaşatır. Filmde bu farkındalık anları hep şiddet içeren olaylarla birlikte olur.

Batı medeniyetinin üzerine oturduğu kendine referans aldığı kaynakların başında İncil gelir. Burada da yönetmen, filmdeki meseleleri postmodern pek çok eserde olduğu gibi kutsal metinleri odağa alarak, insanlar arasında ortak olan bu anlam kodlarıyla anlatmayı tercih etmiştir.

Yeni Ahit’teki “Kanamalı Kadın” hikayesi filmin merkezinde yer alır. John, Vaftizci Yahya’yı dolayısı ile kiliseyi-dini temsil eder. Vaftizci Yahya Hristiyanlıkta çok önemli bir figürdür. İsa’yı vaftiz eden ve peygamberliğini müjdeleyendir. İnancı en koyu Hristiyanların başında gelir. Filmde topallıyor olması, yaşadığı olaylar ve diyalogları takip ettiğimizde yürümeyen, kendine dahi çözüm üretemeyen, aksayan, aksadığının da farkında olan ve gücünü kaybetmemek için de sisteme uyum sağlamaktan başka çaresi olmayan bir din anlayışını ve dini sistemi işaret eder. Otelde “burnu kanayan kızla” çift olması kutsal kitaptaki “Kanamalı Kadın” hikayesine göndermedir. Bu hikaye, İsa’nın, kanaması bir türlü durmayan bir kadını mucizevi olarak iyileştirmesini konu alır. Halbuki filmde John kızın kanamasını iyileştirmek bir yana kendi hayatını kurtarmak için kendi burnunu da kanatmaktadır. Bu da kilisenin ve inancın özünden ne kadar koptuğunun işaretidir. Kilise artık insanlara şifa olmaktan çok uzaktır. Gücünü kaybetmemek ve sistemin bir parçası olabilmek için kuruluşundaki öz değerlerinden taviz vererek geldiği nokta budur. “Kanamalı Kadın” hikayesi dinin öz değerlerine dair pek çok öğretiyi de içinde barındırır. Kanaması olan kadınların toplum içine çıkmasının günah olduğuna inanılan bir dönemde, kadının şifa bulabilmek için bu yasağı delip günah işlemek pahasına gizlice dışarıya çıkması ve bu halde İsa’ya dokunmaya cüret etmesi, İsa tarafından cezalandırılması beklenirken İsa’nın büyük bir şefkat ve merhametle kadına yaklaşımı açısından, dinin insanı, şefkat ve merhameti ön planda tutan öz değerlerine vurgu yapması aynı zamanda İsa’nın kadına yardım edecek güce de sahip olması açısından önemli bir hikayedir. Bu bağlamda filmde, şu anki sistemin insanı hiçe sayan katı kurallarına vurgu yapılarak, insanın kendi gücünü hiçe sayıp, faydalı olanı değerlendirme yetisini kaybederek pasif bir şekilde sisteme teslim olmasının, dinin özüyle de çeliştiği gösterilmektedir. Kendi özünden, doğasından ve bu değerlerden uzaklaşan insan gittikçe kendine yabancılaşmaktadır. Bu değerlerin yerini güvenlik ve konfor almıştır. Belli bir inanca tutunamadığı, kendi içi sesini de kaybettiği için hiçlik duygusu ile yalnızlaşmış, bu da onu bir kayıtsızlığa sürükleyerek acımasızlaştırmış ve çok kolay ve sebepsiz şiddet uygular hale getirmiştir. Aslında, “kurallara uymayan insanların otelde hayvana dönüştürülmesi”, insanın kendi koyduğu yapay, hem kendi doğasına hem de doğanın işleyişine aykırı kurallarla doğal işleyişe müdahale ederek evrimi tersine çevirmesi ve böylece kendi sonunu hazırlamasına bir vurgu olarak da görülebilir.

Filmin ana kahramanı olan David-Davud tarihte çok önemli bir figürdür. Eski İsrail kralıdır, İncil’de önemli bir din büyüğü olarak geçer, Kur’an’da ise peygamber olarak nitelendirilir. Kudüs’ü kurmuştur. Çocuk olmasına rağmen Filistin’in yenilmez savaşçısı dev Golyat’ı sadece bir sapan ve taşla yenmeyi başarmıştır. Tanrılara karşı gelme cesaretini göstermiştir. Müzisyendir. ‘Davudi ses’ onun müzisyen kimliğinde hayat bulan güzel sesli olanlara söylenen bir iltifattır. Onun dürüstlüğü “doğrucu Davud” deyimiyle dile yansımıştır. Filmde eril zihniyet ve kapitalist sisteme birey olmayı başararak gerçek anlamda başkaldırabilen ana karakterine de David’in bütün bu özellikleriyle özdeşleştirerek aynı ismi vermiştir yönetmen. Bu anlamda David’i kahramanlaştırarak Nietzche’nin felsefesini filmin merkezine alır. Çağımızın temel sorunlarının başında gelen yabancılaşmanın ve bölünmenin temelindeki aklı önceleyip duyguları bastırmanın sebep olduklarını işaret eden, edilgen değil, etken olmayı savunan, bu anlamda da yeninin tutunması için yıkılması gerekeni seçmesini ve yıkmasını bilmesi gereken ancak bunu yapabilecek bütün yeteneklerini tüketen, sağlam ve yüce bir dayanağı olmayan insanına eleştirel bir yaklaşımdır kısacası bu.

David’in sisteme baş kaldırması ve kendisi gibi olan yalnızların yaşadığı ormana kaçması, sistem tarafından köpeğe dönüştürülen abisinin “kalpsiz kadın” diye adlandırılan bir kadın tarafından canice ve soğukkanlı bir şekilde öldürülmesinden sonra başlar. Fakat kaçtığı bu ormanda da çift olmak yasaktır. Burada da aşırı bireyciliğe vardırılan bir sisteme tanık oluruz. İki taraf da aşırı uçlara savrulmuş, gerçeklerden uzak, insan doğasına, gereksinim ve arzularına aykırı katı kuralları ile yaşamayı adeta eziyet haline getirmiş bir yapıya sahiptir.  İnsanın ihtiyaçlarına yetemeyen, içi boşalan, katılaşan inanç ve sistem modelleri ile çağın sorunlarına uygun çözümler yaratamayan modern dünyanın yöneticileri kontrolü kaybetmemek için gittikçe totaliterleşen bir zihniyete bürünmektedir.

David burada kendine uygun, anlaşabileceği ve seveceği bir eş bulur fakat bu sefer de buranın kuralları gereği bir araya gelmeleri imkânsız olmaktadır. Flörtleşme, öpüşme gibi çiftler arasındaki duygusal yakınlaşmalar burada “kızıl öpücük” gibi ağır cezalarla cezalandırılmaktadır. İnsan, iki sistemde de doğasına uygun yaşama şansı bulamaz. David ve sevdiği kız aralarında ortak bir dil geliştirerek iletişime geçerler. Karşılıklı sevgi gibi güzel bir duyguyu yaşamanın yasak olduğu ve cezalandırıldığı bir yapıda sevdiği kızın gözleri kör edilir. İlk sistem faydacı ve şekilsel bir temele oturan bir ilişki yapısına insanı zorlarken ikincisi ise kadın-erkek arası ilişkiyi, bireylerin kendi aralarında yardımlaşa ve dayanışmalarını tamamen yasaklamaktadır. İlk sistem aslında kapitalist dünyanın anlayışını, ikincisi ise kilisenin dini görüşlerine göre şekillenen kadın-erkek ilişki tarzını yansıtmaktadır. Bu iki sistem arasına sıkışıp kalmıştır insanlar. İnsanın duygularını bastırmaya zorlayan, kendi doğasına yabancılaştırıp, yalnızlaştıran bir yapıda sorunlar kar topu gibi büyümekte ve şiddet üretmektedir.

Sağlıklı ilişkiler kurmamızı sağlayan bir işte uyumlu bir ortaklık, sohbet edebilir olmak, beraber bir şey üretebilir olmak, ortak zevkleri paylaşabilmek ve ortak bir dil oluşturabilmek gibi unsurlardır. Çağımızın dayatmaları ve kültürel kalıpları aile oluştururken ve genel ilişkilerde bu noktaları öncelememize engeldir çoğu zaman. Çocuklar da bu yapının içinde buna uygun yetiştiği için sistem kendi döngüsünü kırabilecek yeni nesillerin sağlıklı yetişmesini sağlayacak bir yapıdan gittikçe uzaklaşmaktadır.

Güvenliği ve refahı önceleyen, bu konuda insanların korkularını besleyerek aileyi bir kurum haline getirip onu bu korku ve faydacı anlayış üzerine kuran, ailenin sevgi dolu ortamını yansıtması ve o ortamda yeşermesi gereken çocukların ailedeki sorunları çözmede ya da ebeveynlerinin ihtiyaçlarını gidermede bir araç haline getiren bir mekanizmaya dönüştüren bir kültür, bütün bunların sonucunda mekanikleşen ilişkilerin ürettiği öfke, umutsuzluk, engellenmişlik, anlamı kaybetme ve devamında gelen şiddet ve kayıtsızlık.

Alışveriş merkezi ile özdeşleştirilerek anlatılan Şehir, bir tüketim mekânı olarak tasvir edilir. Doğal hayata ait unsurlara sadece duvarlardaki resimlerde rastlanabilir; örneğin özgürlüğün sembolü atlar alışveriş merkezinin duvarlarını süsleyen fotoğraftan ibarettir. Her şey son derece yapay ve mekaniktir. Alışveriş merkezinde ayakkabılar ve eller kontrol edilerek yasak ormanla, toprakla herhangi bir temas olup olmadığı güvenlik görevlileri tarafından sürekli kontrol edilir. Çift olmama durumundan şüphelenilmesi halinde ise hemen bir sorgu başlar.

Tekne, otelde kendisine bir eş bulan çiftlerin son imtihan yeri olarak geçmektedir. Filmde kullanılan teknenin özelliklerine baktığımızda, denizin üzerinde olması ile köksüz, hafif bir deniz aracı olması ile kolay sürüklenebilen, şiddetli fırtına ve sarsıntılara çok dayanıklı olmayan, biraz daha tekinsiz bir hayatı, çok küçük ve basık bir mekân olması ile de sıkışmışlığı simgeler. Bunlar aynı zamanda şehirde onları bekleyen hayatın özellikleridir de. Bu şartlardaki iki haftalık zorlu süreci geçerlerse şehir hayatına uyum sağlayabilirler demektir. Teknede, yaşadıkları yapay ve sıkışmış hayatın içinde, kendilerine atılan yalanları görmek istemediklerine de şahit oluruz. Acı gerçeklerle yüzleşmektense, bir yalan üzerine kurulacak olsa bile alışagelmiş oldukları hayatı sürdürmekte kararlıdırlar. Sistemin katılığı onlara başka seçim şansı bırakmaz ve böyle iki yüzlü bir hayata mahkûm eder. David, John’un yalanını ifşa ettiğinde John’u değil David’i kovarlar. “Doğrucu Davud” böylece dokuzuncu köyden de kovulmuş olur. 

Teknede David ve John üzerinden süregelen tartışma sadece çağımıza ait değildir. Teknede karşı karşıya gelen aynı zamanda Rönesans’ın iki devi Michelangelo ile Leonardo Da Vinci’dir de. Davud Michelangelo’nun ünlü heykelidir ve Vaftizci Yahya ise Da Vinci’nin ünlü tablosu. Rönesans aydınlanma çağı dediğimiz şu anki medeniyetin ilk tohumlarının atıldığı dönem olarak kabul edilir. Bu iki sanatçı farklı iki duruşu temsil ederler, bu eserlerine de yansımıştır. Da Vinci’nin “Vitruvian Adam”ını düşündüğümüzde o aydınlanmanın temelinde yatan fikre paralel bir görüş ve duruştadır; kusursuz güzellik, ideal oran, mükemmel uyum. Aynı zamanda kilise ile de gayet uyumlu bir çizgidedir. Halbuki Michelangelo daha aykırı bir duruş sergiler. Zamanın Papa’sı Michelangelo’nun “Kıyamet Günü” tablosunu biraz müstehcen bulmuş ve “biraz daha düzgün hale getirmesi” için haber göndermiştir. Michelangelo’nun cevabı “Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendisi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanabilir bir hale getirsin, sonra bu tablo da aynı uygunluğa girecektir.” şeklinde olmuştur. Bu eskilerden beri süregelen ve her alana yayılan bir çatışma ve mücadeledir aslında. Bağımsız yargılarda bulunmak pek az kişinin ayrıcalığıdır. Diğerlerini örnek ve otorite yönetir.

Filmdeki “Kızıl Öpücük”, Yahuda’nın İsa’yı öperek Romalı lejyonlara ifşa etmesine göndermeyle iki yüzlü ahlaka, Shakespeare’in Othello’suna göndermeyle çarpık toplumsal yapı, düşünce tarzı ve ahlak anlayışının yol açtığı ırkçılığa varan ayrımcılığa işaret eder. Hz. İsa’nın yaymaya çalıştığı kardeşlik, sevgi, merhamet, yardımlaşma, iyilik gibi değerleri içeren din, kutsal dava sayılıp bu davaya ihanet anlamında “Kızıl Öpücük” deyimi kullanılırken, filmde ormanda yaşayan insanların davalarının temeli ayrı yaşamaktır, herkes kendi başının çaresine bakmak zorundadır, kadın erkek hiçbir surette bir araya gelemez ve sevmek, birlikte bir şeyler paylaşmak davaya ihanet olarak değerlendirilir ve Hz. İsa’ya ihanetle aynı kefeye konur. Değerler ve kutsalların tanımı iyice şaşmıştır.

Yalana, ikiyüzlülüğe, şiddete, acımasızlığa kayıtsız kalınıp, karşılıklı sevginin cezalandırıldığı bir hale gelinmiştir. 

Filmdeki önemli vurgulardan biri de Karındeşen Jack diye tarihe geçen ve çözümlenemeyen seri katil vakasıdır. Sanayileşmenin hızlanmasıyla sömürgeleşmenin artması, üst sınıfların gittikçe zenginleşirken toplumun genelinde fakirleşmenin sefalet boyutuna gelmesiyle aradaki uçurumun giderek açılmasına yol açan vahşi kapitalizmin Victoria döneminin getirdiği katı ahlak ve sınıf ayrımcılığı ile birleşmesi sonucu ortaya çıkan bu vaka sistemin şiddet üreten yapısına ve bunun en çok kadınlara yöneldiğine bir vurgu niteliğindedir.

Filmde ayrıca Avrupa’nın köklü sanat anlayışının yerine kapitalist sistemin Hollywood’unun alması, tost makinesinin ekmek kızartmak için değil de kurallara uymayanların parmaklarının kızartılması için kullanılması ile bilimin insanlığın faydasına değil de totaliter rejimlerin cezalandırma aracı olarak kullanılması gibi pek çok meseleye değinilmekte, kutsal kitaptan ve tarihten pek çok hikaye ile sistemin önceden beri süregelen çarpıklıkları vurgulanmakta, İsrail-Filistin, İngiltere-Fransa, İngiltere-İrlanda meselesine göndermelerle bu zihniyetin sürekli çatışma ve savaş üreten yapısına işaret edilmekte, batının küçümsediği doğunun sıcak ve duyguları reddetmeyen yapısıyla insan için daha yaşanabilir olduğuna dikkat çekilmekte, bir kaçış ve sığınak olarak sunulmakta, Shakespeare, Lewis Caroll, Oscar Wilde, Aldous Huxley gibi yaşadıkları dönemde sisteme getirdikleri ciddi ve yerinde eleştirilerle İngiliz edebiyatında çok önemli yer tutan isimlere de selam çakılmaktadır.

Sonuç olarak dünyada şu anda egemen anlayış ve sistemler insanlığı bir ucu faşizme diğer ucu anarşizme varan noktaya doğru sürüklemektedir.

Biraz rahatsız edici olmakla birlikte çağımızın meselelerine ve bu meselelerin köklerine değiniş tarzı ve zenginliği, bunu yapmaktaki sarsıcı üslubu açısından ve son derece akıllıca tasarlanmış kurgusu ile de etkileyici bir film olduğu yadsınamaz sanırım. Bizim fotoğraflarımız da adeta aydınlanma tarihinin resmi geçidi niteliğindeki “The Lobster”dan merceklerimize yansıyanlar…

Yeliz TELLİ