Sevmek Zamanı

Yönetmen: Metin Erksan
Yapım: Türkiye,1965
Oyuncular: Müşfik Kenter, Sema Özcan, Fadıl Garan, Adnan Uygur, Süleyman Saim Tekcan
Süre: 1 saat 24dakika

Metin Erksan’ın Türkiye’de kendi zamanının ötesindeki konusu ve alışılagelmişin dışındaki anlatımıyla sinemaya aktardığı ‘Sevmek Zamanı’ maalesef bu tarz tüm yapıtlar ve sanatçılar ile aynı kaderi paylaşmış, kıymeti anlaşılamadığı için o yıllarda gösterime bile girememiştir.

Hikâyenin temellendirildiği kök metinlerden biri pek çok yazara ilham olan Ovidius’un ‘Metamorfozlar’ında geçen ‘Pygmalion’dır. Bernard Shaw, Pygmalion hikayesini 1913’te İngiltere’ye uyarlayarak oyunlaştırmış ve 1964 yapımı‘My Fair Lady’ de bu oyundan sinemaya aktarılmıştır. Metin Erksan ise bu kök hikâyeyi Türkiye’ye uyarlayarak dünya sinemasıyla eş zamanlı bir işe imza atmıştır. Türkiye’de değeri çok sonra anlaşılan bu film şimdi artık kült filmler statüsündedir.

Filmde kurgu, kullanılan mekanlar, sesler ve hareket aracılığıyla anlatıda zenginlik yakalanmış, semboller ve metaforlarla bezenerek derinleştirilen bir hikâyeye ulaşılmıştır. Doğa olaylarının karakterlerin duygu durumlarına eşlik eder tarzda kullanımı, filmin flüt sesiyle açılması gibi öğeler anlatıma fantastik bir özellik katmıştır. Bu fantastik özellik ise filmde yabancılaşmanın anlatılacağına dair bir ipucudur izleyici için. Hikâyenin adada geçmesi, sürekli yağan yağmur, orman, göl gibi doğaya ait unsurlar da anlatı dilinin bir parçası haline gelmiştir. Ada; sıkışmışlığı, izolasyonu, orman; doğallığı, ilkelliği, gizemi, saklanılacak bir yeri ve biraz da tedirginlik veren vahşiliği, şehirden insan hayatından uzak olması yönüyle de ıssızlığı, göl; yeniden doğuşu ve arınmayı, şemsiye; medeniyetin ön planda tuttuğu güvenli ve konforlu bir hayat tarzını, araba, plak, mecmua gibi unsurlar batılı bir hayat tarzını, ud; doğu kültürüne ait olanı, tasavvuf inancını temel alan bir hayat tarzını anlatmak için kullanılan öğelerdir.

Kök hikâye olan mitolojideki Pygmalion genç bir heykeltraşın hikayesidir. Bir adada geçer, Kıbrıs’ta. Gerçek kadınlarla ilişki kuramayan, hayalindeki kadını fildişinden yaratan heykeltıraş, yarattığı heykele aşık olur. Bu heykel Tanrıça Afrodit tarafından canlandırılır ve Pygmalion Afrodit tarafından canlandırılan bu kadınla evlenir. Metin Erksan, temelinde ideal bir kadın yaratmak ve yarattığı bu kadına âşık olmak yatan bu kök hikâye üzerinden Türkiye tarihini arka fon yaparak bu coğrafya insanının kaderini ve açmazını da anlatmaktadır. Bu aslında bir dönüşüm hikayesidir; fakat gerek insanlık tarihinde gerekse Türkiye gerçeğinde dönüşümsüzlüğe evrilir. Her seferinde farklı formlarda tekrar tekrar yaşanan, fakat sistem tarafından kesintiye uğratılan, bu coğrafya insanının ve insanlığın hep aynı döngüde tekrarladığı bir dönüşümsüzlük ve tekrar tekrar yaşanan aynı kaderin farklı versiyonlarına hapsolmuşluk.

Filmin referans aldığı bir diğer hikâyeye ana karakterlerin isimleri aracılığıyla ulaşıyoruz: Anadolu’ya göçen Orta Asya göçebe Türk topluluklarından beri aktarılagelen, arkaik inançlarından izler bulduğumuz, Yaşar Kemal’in ‘Alageyik Efsanesi’ olarak derlediği, köklerini sözlü gelenekten alan destan. Bu destanın kahramanıdır Halil, avcıdır ve tutkusu geyik avlamaktır. Ne var ki inançlarına göre geyik kutsaldır, masumiyetin ve saflığın temsilidir. Hatta tanrısal bir mahiyet kazanır, kurtarıcı ve yol göstericidir. O yüzden Halil hem korkar hem de bu tutkusundan bir türlü vazgeçemez. Meral dişi geyiktir. Bir gün dişi geyik, yavrusunu öldüren Halil’i tuzağa çekerek onu uçurumdan aşağı atar ve öldürür. Halil doğanın kurallarını çiğnediği için kutsal geyik tarafından cezalandırılır. Kökleri hayatta kalmak için doğayla mücadele ettiği ilkel zamanlara varan insanın korkuları ve bu korkularıyla baş etmek için oluşturduğu inançları onun evreni yorumlama şekli haline gelmiştir. Dolayısı ile insanlığın başlangıcından itibaren sürekli bir korku, doğayla mücadele, kendisini koruyan, gözeten tanrısal bir güce ihtiyaç duyma var. Doğanın gücünü tersine çeviren yapay eril medeniyetin inşaasında işte bu kodlar gizli. Sürekli güç peşinde koşma, rekabet, kazanma hırsı eril medeniyetin değerleri olarak karşımıza çıkıyor. Aslında doğada hiyerarşi değil birbirini tamamlama esastır. Eril zihniyetin yarattığı sistemde ise tamamlayıcılık değil, hiyerarşi ön plandadır. Kadın duyguları olan, iyi yönleriyle, kötü yönleriyle, zaaflarıyla, güçlü yanlarıyla bir insan gibi değil de cezalandırıcı, kötülüğe meyilli, zarar verecek biri olarak tanımlanır bu sistemde. Kadına diğer her şeye olduğu gibi doğasına göre değil de inançlarına göre yaftalayarak yaklaşır, batıl ve dogmalara dönüşür bu yapay kurallar ve yaftalamalar. Bu eksende de kendine iyice yabancılaşır. İşte doğu inanç sistemini temsil eden Halil’in Meral’in resmine, suretine aşık olmasının ve gerçek kanlı canlı Meral’den kaçmasının temelinde bu inanç sisteminin dayandığı kökler var. Onun kendisinde uyandırdığı duygulardan, üzerindeki etkisinden korkar aslında. Öte yandan ona sevgiyle bakacak gözlere de ihtiyacı var. Onu doğuran, besleyen, büyüten annesi de bir kadın. Eril medeniyetin yaftaladığı, kötülediği kadından doğmanın açmazı içinde bir yanda. Çelişkili duygular içinde kavrulup gider. Çareyi de kendi yarattığı ideal kadına, Meral’in fotoğrafına sarılmakta bulur.

Filmde Meral, batılı yaşam tarzı sürmekte. Güvenliğin ve konforun ön plana çıktığı, doğadan kopuk, daha üst sınıfa ait bir şehir hayatının içinde. Halil ise Meral’in adadaki evinin tadilatını yapan bir boyacı. Adada ormandaki kulübesinde herkesten uzakta yaşıyor. Dolayısı ile modern hayatta farklı iki sınıfa ait, farklı yaşam tarzlarında iki insan görüyoruz. Hikâyede dönüşümü başlatan Meral’in Halil’e olan aşkıdır. Meral’in içindeki dişil değerlerin dönüştürücü gücü -kök hikayedeki Afrodit’in temsil ettiği değerler- Halil’i de etkisi altına alıyor; sevgiyle birbirini tamamlama ve buna dayanarak birlikte yaşamın zorlayıcı koşullarına direnebilme, doğayla bir bütün oluşturup birbirini dönüştürebilme gücü. Yağmur, deniz, göl, orman, ayakkabı gibi unsurlar bu dönüşümü anlatmakta kullanılan sembollerden bazıları. İkisi kendilerini yabancılaştıran ve yalnızlaştıran bu sistemlere karşı kadın ve erkeğin doğalarındaki birbirini tamamlayıcı özelliğe ve sevginin birleştirici gücüne dayanarak birlikte olmayı tercih ediyorlar. Babasının, farklı sınıflardan olmaları sebebiyle birlikte olmalarının mümkün olmadığı uyarılarına rağmen, Meral, modern hayatın kendisini soktuğu kalıpları, ona biçtiği rolleri, güvenli olarak basılacak bir zemini, duygularına yabancılaşmasını sağlayan her türlü akılcı yaklaşımı reddederek tutkularını ve aşkı tercih ediyor.

Film yıkıcı bir rekabetle bitiyor. Modern şehir hayatının bir parçası olan Başar’ın ona dayatılan kalıplardan çıkamayıp barbarca davranması ve bunun farkında bile olmamasına, bastırılmış ilkel yanın belli koşullarda ortaya çıkmasının yarattığı şiddete, dürtüsel olanın gücüne, insanın insanca yaşamaktan uzaklaşmasına şahit oluyoruz. Onun için kadın da bir iktidar alanı, ona sahip olmak bir güç göstergesi, bir rekabet unsuru, uğruna savaşılan ve kazanılması gereken bir varlık, bir metadan farksız. Eril kültürün ona dayattığı bu kazanma hırsı, sahip olma arzusu, rekabet, sevdiğini söylediği kadını öldürmesiyle sonuçlanıyor.

Film gölde açılıp gölde son buluyor. Türkiye coğrafyasındaki insanların ve insanlığın değişmez döngüsel yazgısını vurgulayan bir sondur bu. Filmin sonunda Halil ve Meral gölün üstündeki kayıkta birbirlerine tam kavuştular derken Başar’ın kayığa doğru silahla ateş etmesi ve kayığın boş halinin görüntüsü ile karşılaşırız. Biraz belirsizmiş gibi gözüken bu son aslında sonun geldiği ortamın göl olması ve bütünde işaret edilen döngüsellik kapsamında bu hikâyenin tekrarlanacak yeni bir versiyona gebe olarak bittiği şeklinde yorumlanabilir. Nitekim göl rahmi andıran yapısı ile dişil özellik taşır ve yeniden doğuşun sembolüdür.

Halil’in yazgısı değişmiyor. Avcıyken kutsala el uzattığı için, kurallara karşı geldiği için doğaya yeniliyor, kutsal sayılan Alageyik tarafından ölümle cezalandırılıyor. Modern hayatta da eril batı medeniyetinin kurallarına uymadığı için Başar tarafından öldürülüyor. Doğasından uzaklaşan, kendine yabancılaşan, yalnızlaşan, duygularını reddedip inanç ya da akıl ekseninde ve kendi yarattığı güç kıskacında sıkışan insan ölmeye ve öldürmeye mahkum, ölürken de öldürürken de kendi yarattığı dünyanın acı çekmeye yazgılı tutsağı.

Filmin etrafında şekillendiği bu iki kök hikâye aslında Anadolu kültürünün tarih içinde bu topraklarda yaşayan farklı kimlikler tarafından çeşitlendiğine de vurgu yapar nitelikte. İstanbul’un geçmişindeki çeşitliliğe bu unsurlarla dikkat çekiyor. Aynı zamanda doğu-batı ikilemindeki Türkiye tablosudur çizilen. Yaşadığımız topraklar, Anadolu, Türkiye, batı ve doğunun kesiştiği yerde. Filmde anlatılan, Halil ve Meral üzerinden işlenen, batı ile doğu hayat tarzı ve inanç sistemleri arasında sıkışmış bir Türkiye metaforudur bir diğer boyutuyla da. Erksan, Türk insanının modern çağdaki açmazını, mana arayışına dair mücadelesini, kendini bulma çabasını anlatıyor. Türk halkının geneli için doğu inancın ağır bastığı yer, batı ise aklın ve bilimsel gelişmelerin ön plana çıktığı zenginleşme umudunun olduğu, daha konforlu ve daha güvenli bir yer. Halil önce doğuya yöneliyor sonra batıya. Halil ve Meral üzerinde somutlaşan Türkiye’nin dilsel ve kültürel geçişlerine de vurgu yapılıyor aynı zamanda fakat bu geçişler kesintili. Hem din hem yönetsel alanda değişiklikler halkın yaşam tarzında köklü değişiklikler yaratmış, İslam’ın kabulü bu değişimleri yaratan kırılma noktalarından biri, altı yüz yıllık Osmanlı kimliğinden Cumhuriyete geçişle başlayan batılılaşma çabaları ise yaşam tarzında köklü değişimlere yol açan ayrı bir kırılma. Geçmişimizdeki bu keskin U dönüşlerinin yarattığı sancılı dönüşümler aslında aidiyetle ilgili yaşadığımız sorunları da açıklıyor. Göl, filmde bu bağlamda köksüzlüğü ifade etmesi açısından da önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Geçmişimizi kabul ederek sürekli üzerine koyarak bir dönüşüm değil de bizimkisi, hep bir öncekini yok sayıp yıkmaya çalışarak bambaşka bir yöne yüzümüze çeviren, keskin dönüşleri olan sancılı bir değişim. Hem köklerimizden kopmak hem doğamızdan uzaklaşmak, yabancılaşmak, yalnızlaşmak ve bunun getirdiği anlam kaybının yarattığı öfke, şiddet ve sürüklenme, kayboluş bir nev’i. Böylesi kaybolan insanların bu bozuk düzenin standartlarına uymaya zorlandığı ve sorgulamaksızın bu düzene uyum sağlayanların da farkında olmadan başka insanlara verdiği zararın hikayesi aynı zamanda anlatılan.

Bizim fotoğraflarımız da Metin Erksan’ın anlattığı bu hikâyeden ve filmin görsel atmosferinden kadrajımıza yansıyanlar…

Yeliz TELLİ

Leave a comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *